17 Haziran 2010 Perşembe

3. ay.

Yarın tam 3 ay oluyor Hollanda'ya geleli. Nasıl da geçti zaman. Neredeyse bitiyor. Son günler Goes'da. İçimde bir burukluk var. Çok alıştım bu ufak şehre. Çok özleyeceğimi hissediyorum. Ama gitmezsem daha fazla özleyeceğim :)

11 Haziran 2010 Cuma

I AMsterdam :)

Ha bir de Amsterdam'a gittim tabi. Hollanda'ya gelip de Amsterdam'a gitmezsen döverler adamı :) Bir gece önceden gidebileceğim müze vs araştırdıktan sonra sabah erkenden çıktım yola, ve bütün gün Amsterdam'da dolaştım. Amsterdam Centraal istasyonunda indim ve istasyon bile görülmeye değerdi :) Eğer Amsterdam'a gidecek olan biri varsa diye söylüyorum, tren istasyonunun karşısında Turist Ofisi var. Ben ilk önce oraya gittim ve bir şehir haritası edindim. Daha sonra bir turizm acentasının önünden geçerken de bulduğum küçük bi harita çok yardımcı oldu :) Amsterdam'da dolaşmak için otobüs,tramvaya falan gerek yok bence. Çünkü her yere yürüyerek kolayca gidilebilir. Amaç gezmek olunca da zaten bence en güzeli yürüyerek şehri daha iyi görmek :) İlk önce Dam Meydanını buldum.. Bikaç fotoğraftan sonra hemen meydanın karşısında olan Madame Tussaud müzesine doğru giderken 2 yaşlı kadın çevirdi, bişey sorabilir miyiz falan dediler ben de tabi sorun dediğim gibi, "Sizin için dua etmemizi ister misiniz?" diye bi soru geldi. Nasıl yani? Benim için, dua? Gezimin iyi geçmesi için bana dua edeceklermiş. Tabi para karşılığında :)) Hz İsa'yı biliyor musun diye sordular, Onun adına dua edicez senin için dediler :D biraz komik geldi açıkçası. Ben kendim için dua ederim deyip yoluma devam ettim tabi :)
Sonra çok merak ettiğim Madame Tussaud müzesine geldim ve içeri girmek için uzun bir sıra bekledikten sonra müzeye girebildim. Müze oldukça ilginç, hoş geçerken farkında olmadan Hollanda'nın tarihindeki karanlık çağdan bahseden bir yere girdim, Amsterdam gezimin en kötü anlarıydı :S İçerdekiler balmumu heykel olsaydı korkardım ama heykel gibi görünen, makyaj yapılmış insanlar olunca ve bunlar üzerime doğru hareket edince bastım çığlığı.. O bölüm bitmek bilmedi sanki. Kalp krizi geçirmeme ramak kalmıştı ki attım kendimi ordan :)) Müzenin devamında gezerken de her şeye tereddütle baktım her an kıpırdayabilirler diye :D Beğendiğim ünlülerin balmumu heykellerini yakından görmek keyifliydi :) Hele bir de Tom Hanksin heykelini görmek paha biçilmezdi :D

Madame Tussaud müzesinden sonra, ikinci hedef Anne Frank'in evini bulmaktı. Epey yürüdükten ve aradıktan sonra sonunda buldum. Ve tam da beklediğim gibi upuzun bi kuyruk. Tabi o kadar gittikten sonra beklememek olmazdı. Anne Frank'in hikayesini daha önce okuduğum için daha da çok görmek istedim. Hikayesini şuradan okuyabilirsiniz.http://tr.wikipedia.org/wiki/Anne_Frank
Bu hikayeyi bildikten sonra o evin içinde dolaşmak daha etkileyiciydi, evin içinde eşya yok fakat yine de alıp götürüyo insanı geçmişe. Anne Frank'ın odasına girmek, günlüğünün sayfalarını görmek hüzün veriyor.
(Anne Frank'ın Günlüğü bir çok dile çevrilmiş ve Türkçesi de var, merak edenlere..)
Anne Frank'ın evinden çıktıktan sonra bir yemek molası verip Van Gogh müzesini aramaya koyuldum. Haritaya baka baka uzunca bi yoldan sonra orayı da buldum. Müzenin kapanmasına 40 dakika kaldığı için hızlıca burayı da gezdim. Van Gogh tablolarını görmek çok çok güzeldi. Her bir fırça darbesini görüp hissetmek güzelden de öteydi.
Van Gogh müzesinin arkasında kocaman bir park var. Yemyeşil, gençlerin spor yaptığı, eğlendiği çok güzel bir park. Orda oturup dinlenmek o yorgunluğun üzerine iyi geldi :)
Ve sonrasında eve dönüş için tren istasyonunu bulmaya geldi sıra :))

Ordan, burdan..

1 hafta sonra 3 ay olacak Goes'a geleli.. Özlem arttı iyice. Herkesi, her şeyi özledim. Burası baştaki kadar güzel gelmiyor artık. Monotonlaştı her şey. Sıradanlaştı. Ama bu mutsuz olduğum anlamına gelmiyor :) İlk günlerde her şey heyecan veriyordu şu an sanki yıllardır burada yaşıyor gibi aşinayım her şeye. İlk günlerdeki kadar da gezmiyorum ama arada yakınlarda bi yerlere de gidiyorum. Roosendal, Bergen op Zoom içinden trenle geçip de merak ettiğim yerlerdi. İkisine de gittim. Bu iki şehir de Türklerin yoğun olarak yaşadığı yerler ve zaten şehrin içine girince hemen anlaşılıyor. Hollanda'da her şehir aynı gibi geliyor bi yerden sonra. Evler, mağazalar, yollar hep aynı.. Güzel, yeşil, ve de düzenli bir ülke..

11 Mayıs 2010 Salı

Goes'ta günler geçerken..

Günler geçip gidiyor Goes'ta. Neredeyse 2 ay olacak. Sanki aylardır burda gibi hissediyorum kendimi. Garip. Ama güzel zamanlar geçiriyorum burada. Geldiğimden beri bir sürü yer gezdim. Ulaşım sisteminin bu kadar rahat ve kolay olmasını beklemiyordum ama kolaylıklar işime yaradı :) Geldikten 1 hafta sonra Utrecht diye bir şehre gittim Burçinle birlikte( buradaki diğer Türk asistanla) Utrecht. Hollanda su yönünden çok zengin. Bunu tüm şehirlerdeki kanallardan,göllerden görebilirsiniz. Utrecht de öyleydi. Kanal boyunca yürüdük, tüm gün yürüdük. Dom Tower'a tırmandık. Çok yorucu bir turdu ama en yükseğe tırmanıp şehri izlemek keyifliydi. Leonieyle tanışıp bütün akşamı birlikte geçirdik. Ertesi gün kiliseye gittik :) Pazar ayini, rahip olma töreni izledik. Bu gezinin sürpriz kısmıydı. Kilisede ki herkesin saçı beyazdı :) Farklı bi deneyimdi. Sonra yine bütün gün şehirde, kanalın etrafında yüryüş..

Utrecht gezisinden bir kaç hafta sonra, Brüksel'e gitmeye karar verdik. Brüksel Goes'a 2 saat. Başka bir ülkeye gidiyosunuz ve 2 saatte :) Farklı bir ülkenin sınırına girdiğinizi cep telefonunuza gelen mesajla anlayabiliyosunuz sadece :)
Brüksel'de Central Station'dan hemen Grand Place'e gittik. Zaten çok yakın. Grand Place gerçekten de güzel bi alan. Kafamı kaldırıp binalara baktığımdan vayy be dedim içimden. Binalar şahane, üzerlerinde bir sürü heykel, işlemeler vs. Çok farklı bi atmosfer. Sonra Grand Place etrafında dolaşırken tesadüfen çikolata ve waffle dükkanlarının arasında bir kalabalıkla karşılaştık. Neye baktıklarını anlamaya çalışırken meşhur Maneken Pis'te olduğumuzu farkettik. Bu Maneken Pis meşhur bi veled, işeyen çocuk heykeli :) Brüksel'de çok meşhur. Her yerde onunla ilgili hediyelik eşyalar ve çikolatalar :) Maneken Pis'i de gördükten sonra meşhur waffle dan yemesek olmazdı :) Dondurmalı, meyveli, çikolatalı kocaman bi waffle'ı "Amaan bi daha mı gelcez Brüksel'e yiyelim" diyerek mideye indirdik. Waffle gerçekten güzeldi bu arada :)

Daha sonra ne yapsak nereye gitsek diye düşünürken, üzerinde Sightseeing yazan otobüslerden birine binmeye karar verdik. 10 dan fazla yere uğruyo bu otobüsler ve 24 saat boyunca aynı bileti kullanarak istediğimiz yerde inip, binebildiğimiz bi tur. Ama şansımıza biz en kötü tur şirketini seçmişiz :) Çünkü şöyle ki bize dağıttıkları kulaklıklarla koltukların önündeki radgo gibi bişiden tur boyunca nerde olduğumuzu falan anlatan kayıtları dinleyebileceğimiz söylendi. 5 dilde falan kayıt var ama hiç bişey anlaşılmıyodu. Eğer bunu Brüksel'e gidecek birileri okursa, yeşil renkteki otobüsleri seçmeyin :)
Otobüse bindik ve adını hatırlayamadığım bir sürü yer gördük. En son durak olarak da Atomium ve MiniEurope'a geldik. O gün ikisini de görmek istedik fakat saat geç olduğu için ertesi güne bıraktık. Gece kalmak için otelimizi ayarladıktan sonra tabiyki de yemek yemeye gittik :) Brüksel'de midye yemek lazımmış, tamamen midye restoranlarından oluşan bi sokak bulduk ve o güzel restoranlardan birine oturduk :) Ben tabi ki de midye yemedim :D Ama tadına bakmaya çok yaklaştım :) Ağzıma bir tane midye aldım, dişimin değmesiyle mideme gitmesi aynı andaydı sanırım :D
Ertesi gün ev arkadaşım Katrin de bize katıldı ve Atomium'u görmeye gittik. Atomium şahane bi yer. Demir atomunun 150 milyon kat büyütülmüş hali. 1958 yılında yapılmış olması da oldukça ilginç geldi bana :) Uzaktan muhteşem görünüyo. Bir sürü fotoğrafını çektim elbette. Sonra içine girip içinde ne var ne yokmuş görebilmek için önce uzun bir bilet sırası, sonra da uzuunnnn bir asansör sırası bekledik. Fakat içi beklediğim gibi ilginç değildi, artık ne beklediysem :D Atomiumun içinde olmanın tek güzel yanı yüksekten Brüksel'in bir kısmını görebilmiş olmaktı :D
Atomium sonrasında MiniEurope'a gittik. Avrupadaki meşhur olan herşeyin minyatürünü yapmışlar bizdeki Minyatürk gibi. Minieurope u uzuunca gezdik ve artk Brüksel'e dönmemiz gerekiyodu :D Daha hediyelik bişiler , ve meşhur Belçika çikolatası alınacaktı :) Ve tabi çok geç olmadan da eve dönmek gerekti..
Brüksel gerçekten güzel bir şehir. Her yerde Avrupa Birliğiyle ilgili binalar görmek mümkün. Bi tarafta tarihi binalar görürken bi tarafta da modern binalar var. Oldukça farklı kültürlerden insanlar var. Türk de çoktu çünkü her yerde kebapçı vardı :)
Brüksel keyif aldığım şehirlerden biriydi. Yorulduk ama güzel bi gezi oldu..
, sonbahar
Kısayollar: Ctrl tuşu ile şu tuşlara

14 Nisan 2010 Çarşamba

Goes Lyceum

Başlıkta gördüğünüz şey Hollanda'da asistanlık yaptığım okulun adı. Oldukça büyük bir lise. Türkiyedeki okullardan biraz farklı tabii. Oldukça düzenli tertipli bi okul, çok fazla öğretmeni var, Türkiyede okullarda öğretmen sıkıntısı çekilirken burada fazla sayıda öğretmen var ve çalışma şartları da çok rahat.
Bana gelince, hala tam olarak bişeyler yapıyor gibi hissetmiyorum kendimi. 3. sınıflarla konuşma dersleri yapıyoruz. Çok hoş, çok kibar çocuklar. Bazıları sıkılsa da konuşmaya çalışıyorlar, ve çok saygılı çocuklar olduklarını söylemeliyim.
Daha erken gelebilmiş olsaydım daha düzenli bi programım olurdu ama burada artık dersler bitiyor ve o yüzden de benim programımı yapmakta biraz zorlanıyorlar.
Okula gittiğim zamanlarda çok keyif alıyorum. Ama okul olmadığı zaman gerçekten sıkıcı oluyor. Bazen sırt çantamı alıyorum yürüyüşe çıkıyorum. Oturup etrafı izliyorum,insanları gözlemliyorum. Evde olduğum zamanlarda da film izlemeye devam :) Geldiğimden beri kaç tane film izledim bilmiyorum :))

12 Nisan 2010 Pazartesi

Günler geçerken..

Goes'a geleli 24 gün olmuş. Garip ama sanki aylardır burada yaşıyormuş gibi hissediyorum kendimi. Normalde çabuk alışamam ama buraya çok çabuk alıştım.
Acayip güzel bi şehirdeyim. Evlere hayranım geldiğim günden beri. Önünde ufacık bahçe, kocaman pencereler. Pencerelerin önünde kocaman süsler, vazolar, çiçekler..
Ama yollarda yürüyen insanlar görmek zor çünkü herkes bisikletlerinin üstünde.En küçüğünden en büyüğüne, atlamışlar bisiklete :)) İnsan sonsuza kadar yaşamak isteyebilir bu şehirde, eğer benim gibi sessizlikten hoşlanıyorsa :) Araba sesi olmayan bi yer burası. Bazen bu sessizlik beni korkutuyo ama yine de güzel...

4 Nisan 2010 Pazar

İlk gün :)



5.15 İzmir-Amsterdam uçağı.. İlk defa uçağa bindim. Heyecanlı bir gece, heyecanlı bir uçak yolculuğu. Ve sonra Amsterdam Schiphol Havaalanı. Ve sonra Goes'a tren yolculuğu.. Trene de binmemiştim daha önce. Ama uçak kadar heyecanlı olmadı benim için :) Etrafa bakarak nerde olduğumu anlamaya çalışarak geçti tren yolculuğu da vee sonunda Goes'a vardım :) ve sonunda okulumu gördüm :) Beklediğimden daha büyük ve daha güzel bir okul. Çok tatlı bi öğretmen okulu gezdirdi. Sonra daa evimm :) Herşey beklediğimden daha güzel :) İşte bu da benim çirkin evim :)))

23 Mart 2010 Salı

Ve sonunda Goes..

Çoookk uzun bir bekleyişten sonra gelebildim Goes'a.. Neden mi bu kadar uzun sürdü? Çünkü Hollanda bana vize vermemek için epey direndi. Ama sonunda verdi :)
En başından beri heyecanlı bir süreçti benim için. Bazen moral bozukluğu bazen de heyecan ve sonunda Hollanda topraklarındayım :))